<h2></h2> <div></div> <div>Sabah erkenden, gün ışımadan kalkmıştı İsmail. Köy meydanının ortasında bulunan ulu çınarın arkasına siper aldı. Hava soğuk değildi ama İsmail tir tir titriyordu. Çünkü biraz sonra bir insan öldürecekti. Belki de kendisi ölecekti... Eli, beline zorla sıkıştırılmış silahın kabzasında idi. Abisi Hüseyin, köy meydanına çıkan bir sokak başında, büyük abisi Mustafa da diğer sokak başında pusu kurmuştu.</div> <div>Bugüne kadar bir karıncayı ezmeye çekinirdi İsmail. Korkardı, korkak biriydi aslında. Zaten korktuğu için öldürecekti. Ama korktuğu hasmı değil, babasıydı. Kendi deyimiyle: “Baskıcı, başkasının haklarına saygı göstermeyen” babası zorlamıştı onu. İsmail yeni askerden gelmiş, bir de çocuğu olmuştu. Mutlu bir yaşam hayalini kurduğu günlerin birinde, babası Mehmet Emin Ağa eve telaşlı bir biçimde gelmişti. Hayvanlarına zarar verdiği köylüsü Ömer’le çatışmış, ondan tokat yemiş...</div> <div>Eve geldiğinde hemen çocuklarını toplayıp ellerine silah verip: “Ömer’i vuracaksınız!..” diye emretmişti.</div> <div>Çocuklar razı olmadı önce. Mahpus damlarında çürümek vardı işin sonunda. Hele İsmail, hele İsmail, bir karıncayı incitmeye kıyamayan İsmail nasıl olur da bir insanı öldürebilirdi?</div> <div>“Ulan karı gibisiniz. Sokağa saya (örtü) takıp çıkın bari” diye hakaret edince babası, dayanamaz, Ömer’i vurmaya karar verirler.</div> <div>İsmail, çınarın dibinde hasmını beklerken, eşi ve çocuklarıyla geçirdiği güzel günleri geçirdi hayalinden. Köy kahvesi yeni açılmıştı. Köylüler yavaş yavaş kahveye inerken, olağandışı bir şey farketmediler. Sadece genç İsmail’in, titrek bakışlarını anlayamadı köylü.</div> <div>Ömer, sanki ölümünden haberli son abdestini alıp çıkmıştı sokağa. Sakin adımlarla köy meydanına doğru indi. Camiye girmeden önce, ulu çınarın dibindeki peykelere oturup, bir sabah çayı içmek için yaklaştığında, lodosa tutulmuş dal gibi sallanan İsmail’i gördü.</div> <div>İsmail hiçbir şeyden habersiz olan Ömer’e yaklaşarak, aniden silahına davrandı. Biraz telaş, biraz yufka yüreğinden olacak, attığı kurşunla elinden yaralamıştı hasmını. Ömer, çift silahlı, yaman bir kabadayı idi. Yaralı eliyle belindeki silahı çıkarmak için ha bire elini sallıyor, ama bir türlü çıkaramıyordu. İsmail donup kalmıştı, ikinci kurşunu atamıyordu bir türlü. Tam bu sırada büyük abisi Mustafa, Ömer’in yanına kadar gelip bir eliyle yakasına yapışıp kalbine sıkmıştı kurşunları. Ortanca kardeş de, korku ve telaştan rastgele attığı kurşunlarla hedefini şaşırmış, abisini vurmuştu.</div> <div>Ömer, köy meydanında cansız yatarken, 20-30 metre ilerde ağabey Mustafa son nefesini vermişti, kardeş kurşunuyla…</div> <div>Bir dönem en çok adam öldürülen Müşküle köyündeki ilk cinayet, 1940 yılında böyle işlenmişti.</div> <div>İsmail, ağabey Hüseyin ile birlikte cezaevine götürüldü. Bu olay sadece İsmail’in değil, tüm köyün tarihini değiştiren bir yazgının başlangıcıydı aslında.</div> <div>İsmail Başaran, cezaevinde karşılaştığı Nâzım Hikmet sayesinde, Türkiye’nin köyde yetişen en önemli şairi, tutucu Müşküle köyü de, Türkiye’nin en solcu köyü olacaktı.</div> <div><b>Bir köyün değişim hikayesi</b> </div> <div>İznik Gölü’ne bakan, üzümleriyle ünlü Müşküle köyünün son 60 yıllık tarihini, İsmail Başaran, dolayısıyla Nâzım Hikmet değiştirmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar çok sakin, diğer Bursa köylerinden hiç bir farkı olmayan bu “Manav” köyünün hikayesini aktarmak istiyorum.</div> <div>Herşey, İsmail Başaran’ın, Bursa Cezaevi’ne gitmesiyle başlamıştı. 1940’lı yıllarda gittiği Bursa Cezaevi, esrar ve kumar yuvası değil, sanki bir okuldu. Orada önce, Nâzım’ın yaptırdığı tezgahlarda dokuma öğrendi. Sonra şiiri sevdi orada. Nâzım’ı orada gördü. Nâzım’dan dünyayı gördü. Gözü açıldı, yüreği yumuşadı.</div> <div>Temyiz dilekçesini yazarken tanımıştı İsmail Başaran onu. Ağabeyi Deli Hüseyin, kardeşinin Nâzım’la konuşmasına kızmıştı önceleri. Kısa zamanda İsmail Başaran, Nâzım’a hayran kalmış, ondan çok etkilenmişti. Tıpkı hapishane arkadaşı Başköylü Ressam Balaban gibi…</div> <div>Bugün üç-beş ay cezaevinde yatan kişiler dışarı çıktığında bitirim olurlar ya, kulüp adı altında kumarhane açar. Ya da mafyaya girer. Oysa İsmail Başaran ve Başköylü Balaban, katil olarak girdikleri cezaevinden birer sanatçı, aydın olarak çıkmıştı. Bunun sırrı da, elbette ki Nâzım Hikmet idi. 1948’de hapishaneden köyüne döndüğünde, artık o farklı bir kişiydi. Arkadaşı Fevzi Kavuk’un ifadesiyle son derece kibar, saygılı ve duygulu bir kişi olmuştu.</div> <div>İsmail Başaran, bildikleriyle, görgüsüyle bambaşka biri olmuştu. Herkes bu değişikliği farketmişti. Kahvelerde, köy meydanında Nâzım’ın şiirlerini yüksek sesle okurdu. Önce arkadaşı Hasan Çakır ile köyde bir grup kurarak sanat, edebiyat ve siyaset sohbetleri yapmaya başladılar. Ülkeden ve dünyadan haberdar olmak için ise sürekli radyo, özellikle de Bizim Radyo’yu dinliyorlardı.</div> <div>O tarihte tutucu bir köydü Müşküle. Köylüler DP ve CHP’li olmak üzere, temeli çok eski çelişkilere dayanan gruplaşmalar vardı. İnsanlar birbirine selam bile vermezdi.</div> <div>İsmail Başaran, köydeki gençleri örgütleyip bir gençlik derneği kurarak başlar her şeye. Bu dernek sayesinde birbiriyle çatışan insanlar, bir araya gelir, köyde bir barış havası doğar. Çünkü köydeki cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu.</div> <div>Birbiriyle konuşmayan, hatta düşman olanlar arasındaki gerilimler yumuşatıldı. En önemlisi de, kitap girmişti köye. Sıradan köylüler bile, günlük sanat, edebiyat ve siyasi gelişmelerden haberliydi artık. Gençler piyesler oynar, köy kahvesinde yüksek sesle kitaplar okunmaya başlanır. Dışarından, şehirden gelen bir kişinin, Anadolu’nun hiç bir köyünde asla rastlayamayacağı bir köy tipi olmuştu Müşküle. Sanırım o nedenle de, özellikle üniversite çevresi başta olmak üzere, köy sık sık ziyaret edilmeye başlandı. İstanbul ve Ankara’dan, neredeyse her gün bir-kaç aydın gelir olmuştu köye.</div> <div><b>Kemal Tahir </b>ve <b>Ressam Balaban </b>da köye sık gelenlerdendi. Özellikle Balaban, köyde aylarca kalan aydınlardan biriydi.</div> <div>Müşküle köyünde 18 yıl muhtarlık yapacak <b>Fevzi Kavuk</b>’un başını çektiği gençler, köyün ihtiyaçlarına da el atıp, imece yöntemi ile çok uzaklardaki bir suyu köye kazandırınca, tüm köylü onları sahiplendi. Artık toplantılara sadece gençler değil, orta yaşın üzerinde, hatta yaşlı denilebilecek insanlar da katılıyor, sosyalizm tartışılıyordu.</div> <div>1961 yılında İşçi Partisi (TİP) kurulurken, Müşküleler ön saflarda idi. Muhtar Fevzi Kavuk ise, partinin en üst organları olan GYK ve MKK üyesi olmuştu. 1965 yılı seçimlerinde, köydeki oyların üçte ikisini TİP’in alması üzerine ise tüm Türkiye tanıdı bu “solcu köyü.”</div> <div><b>Nâzım’ın mezarı için dikilen çınar</b> </div> <div>Hani bir şiirinde Nâzım, öldüğünde Anadolu’ya gömülmesini vasiyet etmişti ya, işte o çınar da Müşküle’de dikilmişti. 1964 yılında, Nâzım Hikmet’in birinci ölüm yıldönümünde, Ressam Balaban başta olmak üzere çok sayıda aydının katıldığı bir törenle dikilmişti bu çınar.</div> <div>Tüm köylü, namusları gibi uzun yıllar korudu bu çınarı. Suladı, budadılar onu. Dalları tüm Anadolu’yu kaplar gibi, büyüdü kısa zamanda. Ancak çınarın kaderi de, Nâzım’ın kaderi gibi kederli. Önce, 1979 yılında kestiler onu kökünden. Ama inat bu ya, kesildiği yerden gür filizler fışkırdı. Köylüler bu yeni filizleri büyütüp geliştirmişken, 1990’lı yıllarda yine kestiler onu, kuruttular dallarını. Üzerinde ateş yaktılar, bir daha filizlenmesin diye. Oysa Nâzım’ın çınarı tüm Anadolu’da fışkırmıştı.</div> <div><b>Köylü Şair İsmail Başaran</b> </div> <div>1953 yılının sonlarında, Yücel Yayınevi’nden <b>Mehmet Başaran</b>’ın Ahlat Ağacı adlı şiir kitabı yayınlandığında, tüm Türkiye’de büyük tepkiler almıştı. Hep duyardım Başaran’ı ve kitabını ama kitabının etkilerini ancak bu tarihteki gazete ve dergilere baktığımda anladım. Vatan gazetesi ise yılın en beğenilen şiir kitabı seçmişti. Kitaba her kesimden büyük övgüler vardı. Ahmet Arif gibi, ikinci kitabını yayınlayamadı. Yırttı tüm şiirlerini.</div> <div>İsmail Başaran, gençliğinin en güzel yıllarını cezaevinde geçirmişti. Öfkesini yenmeyi öğrenmişti. Hele hele kişisel olaylar nedeniyle, karşılaştığı hakaret ve küfürlere bile hiç karşılık vermez, sabır gösterirdi. Korkak bir katildi o. Cezaevi onu duyulu biri yapmıştı. Sürekli şiir yazıyordu. Çevresindekiler ona: “Sen köy meydanında adam öldürmüş adamsın, neden korkuyorsun” dediklerinde, “Ben korkağım. Zaten korktuğum için adam öldürdüm” derdi. Bir gün akrabalarından biri ona küfredip hakaretler etmişti. Köylüler korkmuş, cinayet çıkacak sanmış. İsmail Başaran yerinden kalkmış, köy meydanındaki ulu çınarın altına gelip, bağıra bağıra, kendisine küfredeni köylüye şikayet etmişti. O kadar. Çünkü o adam öldürmüş bir şairdi.</div> <div>O hep köyde yaşamış bir şairdi. 24 Şubat 1989 tarihinde yine köyünde öldü. O’nu Nâzım etkilemişti. O da, tüm Müşküle köyünü…</div> <div>İşte bir şiiri:</div> <div>“terledin diye bu toprak için</div> <div>sevdin diye bu halkı</div> <div>dil uzatırlarsa sana</div> <div>eserine senin</div> <div>yüzü kızarır gerçeğin”</div>