<h3>Sinan TUNÇ'un kaleminden...</h3> Uzun yıllar önce büyük coşkulara, sevinçlere, unutulmaz aşklara ev sahipliği yapmıştır da, birbiri ardına göç eden insanların yokluğunda sessizliğe bürünmüştür. Cebel de böyle bir yerdi benim için. Yedi yıl önce, 2018 yılında, büyük bir merakla gitmiştim Cebel'e. Ve zamanın yıprattığı bir kentin suskunluğuna tanıklık etmiştim. Her şey eskiydi; evler, yollar, arabalar... Sanki şehir değil, zamana yenilmiş bir anıydı karşımda duran. Evlerin duvarları yorgundu; boyaları dökülmüş, pencereleri buruk bakıyordu sokaklara. Kaldırımlar çatlamış, yolların sesi boğuklaşmıştı. Arabalar, geçmişte kalmış bir filmin sahnesinden fırlamış gibiydi. Harabe binalar göğe değil, toprağa eğiliyordu. Alt yapı yetersiz, üst yapı özensizdi. Alışveriş yapmak, ihtiyaç gidermek değil, sabırla sınanmak gibiydi. Ne toprağa basan ayak sesi, ne bir salıncak gıcırtısı duyuluyordu. Şehir, yalnızlığını taşlara, duvarlara, rüzgâra anlatıyordu. İnsanlar sessizdi, sokaklar yorgun, umutlar sanki uzak bir dağın arkasına gizlenmişti. Ama zaman, hem yıkar hem yapar. Yedi yıl sonra Cebel’e yeniden gittiğimde, gözlerime inanamadım. Aynı toprak, aynı sokaklar, aynı evlerdi belki; ama artık başka bir ruh vardı bu şehirde. Cebel, küllerinden doğmuştu adeta. Yeni dökülmüş asfalt yollar, özenle yapılmış kaldırımlar karşıladı beni. Evler, bakımlıydı artık; camlarında gülümseyen çiçekler, duvarlarından sızan huzur vardı. Yeni inşaatlar yükseliyordu; umut gibi, gelecek gibi... Arabalar değişmişti, çağı yakalanmıştı. Alt yapı artık bir eksiklik değil, bir güçtü. Elektrik kesintileri tarihe karışmış, temiz su çeşmelerden akıyor, şehir adeta yeniden nefes alıyordu. Marketler doluydu; raflar renkli, vitrinler canlıydı. Her şey vardı artık Cebel’de, sadece eşyalar değil, yaşamın kendisi de dönüşmüştü. Parklar açılmıştı; yeşil alanlar, çiçek kokuları ve çocukların neşesiyle doluydu. Salıncaklarda gülen çocuklar, yürüyüş yollarında sohbet eden insanlar vardı. Spor alanları yapılmıştı, gençler terli ama umutlu yüzlerle geleceğe hazırlanıyordu. Kültür ve sanat ise artık hayal değil, günlük hayatın bir parçasıydı. Tiyatro, konser, sergi… Cebel, sadece şehir değil, bir sahne olmuştu; hayatın en güzel oyunları burada sergileniyordu artık. Ama en çok insan değişmişti. İnsanlar bakışlarını yere değil, birbirlerinin yüzüne çeviriyordu. Gülümsemeler çoğalmış, selamlar içtenleşmişti. Kurallara uyan, birbirine saygı duyan, ortak yaşamın kıymetini bilen bir topluluk doğmuştu bu şehirde. Medeniyet yalnızca betonla, asfaltla değil, insanla kurulurmuş; Cebel bana bunu gösterdi. Cebel’in bu değişimi bence sadece bir kentin değil, bir ruhun uyanışıdır. Dünüyle barışmış, yarınına umutla yürüyen bir şehir artık burası. Ve ben, bu değişimin sessiz tanığı olarak biliyorum ki; her şehir, yeter ki istenirse, yeniden doğabilir. Küllerinden, umuttan, inançtan…