Bu topraklarda, bu toprak için ölüme gülümseyerek gitmek…
- 16-03-2016 19:33
Günler günleri kovalayıp saatler akıp giderken, güneş her sabah kanlı bir savaşın üzerine doğuyordu. Bu küçücük toprak parçasında her gün doğumu daha çok ölüm demekti. Sesler, renkler, yüzler ve düşler ateşlenen her silahta yere düşüp birbirine karışıyordu.
Çanakkale’de hayat sanki ölüm, ölüm de yaşamı besliyordu. Ateş düştüğü yeri yakıyor, yanan her yerden önce bir çığlık yükseliyor, sonra her yeri kısa süren bir sessizlik sarıyordu. Sonra güneş, ruhunu teslim etmiş ya da etmek üzere olan askerlerin bulunduğu tepelerin ardından bir gözyaşı damlası gibi yavaş yavaş batıyordu. Ardından gökyüzünde unutulmuş bir fener gibi kara bulutların arasından ay çıkıyordu.
Gün ışığındaki cesaretli çığlıklar bu defa ay ışığında cesur suskunluklara dönüşüyordu. En karanlık ve en sessiz noktadan bir umut, bir düş gibi Türk askeri Mehmet’in sesi yükseliyordu. Mehmet her gece ağrıyan kalbiyle yanık yanık türküler okuyordu. Bu ses ölümün suskunluğundaki savaş meydanına hatta bütün dünyayı kendine çekiyordu. Bir annenin çocuğunu kucaklayışı gibi sarıyordu. Gün ışığında birbirine top, bomba atanlar, silah sıkanlar, karanlık indiğinde hep birlikte Mehmet’in sesine tutunuyordu. Sanki yeniden doğuyor ve uzaktan uzağa birbirini hiç tanımamalarına rağmen dost oluyorlardı. İngiliz, İskoç, Fransız, Yeni Zelandalı, Senegalli, Hintli, Nepalli askerler, Mehmet’in önünde düşüp şehit olan arkadaşlarının arkasından yaktığı ağıtı anlamasa da onlar da gözyaşları içinde dinliyorlardı, insanın içini yakan bu türküleri…
Ama gecenin karanlığını bir gündoğumuna çeviren bu ses gün geldi duyulmaz oldu. Cepheler, siperler, sanki öksüz ve yetim kaldı. Hiç anlamadığı türküye tutulan yeni Zelandalı asker uzun süre sesi duyamayınca meraklanmıştı. Arkadaşlarına o sesin neden artık duyulmadığını sordu. Kimse bilmiyordu. Türkçe bilen arkadaşlarından yardım istediler. Birkaç metre ileride cephedeki Türk askerlerine bu soruyu sormasını rica ettiler. Bir kağıda yazdılar sorularını ve o kağıdı taşa sarıp Türk askerlerine seslerini duydukları sipere doğru attılar. Karşılığı hiç ama hiç gecikmedi. Aynı taş aynı kağıda sarılı ve arkasında cevabı ve önlerine bir alev topu gibi düşüverdi. Bu cevap gün boyu düştüğü yerde yüzlerce canı alan toplardan daha can alıcıydı:
“O arkadaşımız geçen hafta şehit düştü!”
Oysa adına bir mezar taşı bile olmayan Anadolulu Er Mehmet’in sesi hiç susmadı, susmadı. Çanakkale’de yere düştükçe şehitler, daha da güçlendi sanki Mehmetler.
Çanakkale’de ateş her yere düşüyor ve düştüğü her yeri de acımasızca yakıyordu. Yüzlerce gemiden yüzlerce top alev kusuyordu. Deniz dağ taş her yer yangın yeriydi. Sadece bir günde 1800 şarapnelin düştüğü oluyordu toprağa. Gözler önündeki manzarayı anlamak, anlatmak imkânsızdı. Filikalar hemen hemen birbirlerine yanaşmış olarak kıyıya kadar uzanıyordu. Filikaların içleri parçalanmış cesetlerle doluydu. Sonuncu filikayla kıyı arasında cesetlerden bir iskele vardı. Ölülere basmadan kıyıya çıkmak, âdete imkânsızdı. Ve o masmavi koyun suları, kandan kıpkırmızı kesilmişti. Bu yangına bir an sırtını dönmek, bir adım geri gitmek, bir saniye dinlenmek, uyumak, bütün bir milletin sonsuza dek her şeyden mahrum kalması anlamına geliyordu. Ve Anadolu’nun aydınlık yüzlü çocukları vatan için hiç tereddüt etmeden ateşle kucaklaşıyordu. Buğday kırıklarından yapılan çorbayı ya da kirli suları içmek, çamurlu barınaklarda yatmak hiçbir şey demekti. Önemli olan bu topraklarda, bu toprak için ölüme gülümseyerek gitmekti. Çünkü , “bayrakları bayrak yapan üstündeki kandı ve toprak uğrunda ölen varsa vatandı.” Şehitleri şehit yapan da ölümleri değil; ölümlerinin sebebiydi. Cesaretli olanlar bir defa ölürdü, korkaklarsa bin defa…