Erhan ERTARMAN

Erhan ERTARMAN

Yeşilin, Çayın, Sislerin ve “Bıçağı Keskin Ama Muhabbeti Bir O Kadar Yumuşak”;Sürmene…

Yeşilin, Çayın, Sislerin ve “Bıçağı Keskin Ama Muhabbeti Bir O Kadar Yumuşak”;Sürmene…

Karadeniz’e doğru giderken navigasyonun söylediği her süreye +20 dakika eklemeyi unutmayın. Çünkü Karadeniz’de yol dediğin ya kıvrılır, ya tırmanır, ya da beklenmedik bir anda “hop sis bastı” diye kaybolur. Sürmene işte böyle bir yolculuğun sonunda karşınıza çıkan, yeşilin her tonunu cömertçe sergileyen bir ilçe.

Daha girişte sizi hafif nemli bir hava ve ıslak çimen kokusu karşılıyor. Hani bazı yerlerde “şehir sizi kucaklar” derler ya… Sürmene’de durum biraz farklı. Burada doğa önce bir bakıyor, “Heh tamam, bunlar turist. Hadi şöyle kenara alalım da rahat rahat gezsinler” diyor adeta.

Tarihle Çayın Omuz Omuza Durduğu Yer

İlçe merkezinde dolaşırken tarihi evler, eski taş yapılar ve Karadeniz’in o klasik “biraz dik, biraz sıcak” mimarisi sizi hemen içine çekiyor. Bir Sürmeneli size tarihi anlatmaya başlarsa, konunun mutlaka bir yerinde çay bahçesi, denize açılan bir kayık ya da eski bir ustanın hikâyesi geçiyor. Tarih burada kitaplardan çok, insanların yüzüne ve konuşmasına işlemiş.

Çarşıda tanıştığım bir amca “Bu sokakta Osmanlı döneminde falanca paşa yürüdü” dedi, ben daha cümlenin sonunu anlamadan diğer amca araya girdi:
“Ha dur, onu deyma! Önce çay içsin da…”
Evet… Sürmene’de tarih bile ancak çay servisi yapıldıktan sonra anlatılıyor.

Bıçak Ustaları: Çeliğe Ruh Üfleyen İnsanlar

Gelelim ilçenin en bilinen tarafına: bıçakçılık.
Burada bıçak yapmak öyle “metali kes, sapı tak bitsin” olayı değil. Resmen bir seremoni. Atölyeye girdiğinizde önce derin bir sessizlik, sonra “tak tak tak” diye örsün sesi geliyor. Ustaların yüzündeki ciddiyet de bonus.

Bir bıçak ustasıyla sohbet ettim:
“Usta bu kadar ince işçiliği nasıl yapıyorsunuz?”
Usta döndü, gözlüğünü düzeltti, elindeki çeliği kaldırıp dedi ki:
“Yiğenum, bıçak yapaysan kendinden de biraz kesip içine koyacan. Öyle ruh veriruk biz!”

Ben o an ustanın ciddiyetinden mi, çeliğin sıcaklığından mı, yoksa cümlenin derinliğinden mi etkilendim… bilmiyorum. Ama o atölyeden çıktığımda kendimi bir anda “acaba ben de ustalık çırağı olabilir miyim?” diye düşünürken buldum.

Bir de “Sürmene bıçağı Victoria Secret çantasında gezen teyzeler” gerçeği var. Hediyelik eşya alınırken ortalık tam bir panayır. Herkes birbirine soruyor:
“Sapı ceviz mi? Çeliği su verilmiş mi? Ucu çok keskin olmasın ha çantayı keser.”
Yani bıçak bile burada karakter sahibi.

Doğa: Fotoğraf Çekmeye Çalışırken Telefonun Hafızasını Dolduran Güzellik

Sürmene’de doğa, kendini göstermekte hiç çekingen değil.
Çamburnu’nda deniz kıyısına gidiyorsun; dalgalar öyle bir geliyor ki sanki “Ben de karede olayım ha!” diye poz veriyor.
Yaylalara çıkıyorsun; rüzgâr saçını savuruyor ama manzara o kadar güzel ki hiç şikâyet etmiyorsun.
Ormanlar desen… Yalnız yürüsen doğa seni izliyormuş gibi hissettirecek kadar canlı.

Bir de çay bahçeleri var ki…
Oturuyorsun, daha “bir çay alabilir miyim?” demeden garson uzaktan el sallıyor:
“Hee tamam, geliy!”
Yani çay istemene bile gerek yok. Sürmene’de çay, misafirlik gibi otomatik başlar.

İnsanı da Ayrı Bir Tatlı

Sürmenelilerin o hafif agresif ama pamuk gibi iyi yürekli tarzı da geziye ayrı bir lezzet katıyor. Sormadan konuşurlar, kızmadan severler, şaka yaparken bile ciddidirler. Ama hepsinin ortak özelliği: misafir geldi mi, bütün kasabaya haber yayılan sıcaklık.

Bir esnaf “nerelisen?” diye sordu.
“Bursa,” dedim.
“Haa iyi, buyur çay iç.”
Sebep?
Yok. Misafirlik bu, açıklaması olmaz.

Sonuç: Bıçağın Parıltısı, Sisin Sarılışı, Çayın Demi

Sürmene öyle bir yer ki, ayrılırken bir eline mutlaka bir bıçak, diğerine iki paket çay sıkıştırırlar.
Ama asıl ağır olan şey, arkanda bıraktığın manzara, sessizlik ve o samimiyet.

Sürmene’den çıkarken insanın aklında hep aynı cümle dolaşıyor:
“Ula ben buraya yine gelurume benziyrum.”

 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ